MAKALE

PROF.DR.İSMET SUNGURBEY’E ARMAĞAN
VEREM-em
SEKRETERLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ


PROF.DR.İSMET SUNGURBEY’E ARMAĞAN
29.NİSAN.2012 TARİHLİ KONFERANS II
TEBLİĞ 36:
KONUŞMACI: AV. MUSTAFA DOĞAN (İst.Baro Sic.No:21387)

YARGITAYIN SÜRENİN HUKUKİ NİTELİĞİNİ
GÖZ ARDI EDEN BİR KARARI ÜZERİNE

I. KARAR:

YARGITAY (11).HD.
E:2000/4507
K:2000/5443
T:12.6.2000

-SERMAYE KOYMA BORCU
-HAK DÜŞÜRÜCÜ SÜRE
-HAKKIN SUİSTİMALİ
ÖZET: Kadastro tutanağının kesinleşmesinden itibaren 3402 sayılı yasanın 12. maddesi hükmüne göre 10 yıllık hak düşürücü süre gerçekleşmiş ise de, şirketin kuruluşundan bu yana 39 yıl süre ile bu taşınmazı şirketin kullanımına tahsis ve teslim eden ve bu kullanıma iştirak eden, bu taşınmaz üzerindeki fabrikanın çalışması nedeniyle elde edilen kârı paylaşan ortakların kadastro tespiti sırasında taşınmazın şirkete ayni sermaye olarak konulmasına ilişkin taahhüdü içeren şirket ana sözleşmesi hükümleri çerçevesinde beyanda bulunmaları gerekirken kasıtlı bir şekilde kendi adlarına tespit ve bu şekilde kesinleşme sağladıktan sonra açılan davaya hak düşürücü sürenin dolmuş olduğun ileri sürmeleri, MK’nun 2. maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralına aykırı olup, yasal himaye görmesi mümkün değildir.

(6762 s. TTK m. 139/3, 140/2, 508)
(3402 s. Kadastro K. m.12)
(743 s. MK m.2)

Taraflar arasındaki davanın (Bartın 2. Asliye Hukuk Mahkemesi)’nce görülerek verilen 22.6.1999 tarih ve 1997/351-226 sayılı kararın Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafında istenmiş ve temyiz dilekçesinin süresi içinde verildiği anlaşılmış olmakla dava dosyası için tetkik hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlendikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup, incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü.

Davacı vekili, davalı murislerinin 12.4.1958 tarihli kuruluş sözleşmesi ile müvekkili Ltd.Şirketi kurduklarını, ortakların kurulan şirkete dava konusu taşınmazı Türk Ticaret Kanununun 139/3 ve 508. maddelerinin verdiği izin gereğince sermaye olarak koyduklarını ve bu taşınmazın şirkete tahsis edilerek tuğla imalatına başlanıp 39 yıldır devam ettiğini, müvekkili şirketin geçerli şirket sözleşmesi ve iyiniyetli olarak kullanması nedeniyle dava konusu taşınmazın maliki olduğunu beyanla tapu kaydının iptali ile tüm eklentileri ve bütünleyici parçaları ile müvekkili şirket adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalılar Nedret, Ülkü, Nezihe, Aysel vekili, dava konusu parselin kadastro tutanağının 28.4.1964 tarihinde kesinleşmiş olduğunu, 3402 S.K.nun 12/3. maddesine göre kesinleşmeden itibaren 10 yıl geçmesi ile tespitten önceki durumlara dayanılarak dava açılamayacağını savunarak davanın reddini istemiştir. Davalılar İsmail ve İbrahim cevaplarında, dava konusu taşınması sermaye olarak davacı şirkete verdiklerini davayı kabul ettiklerini beyan etmişlerdir. Mahkemece, iddia, savunma ve dosyadaki belgelere göre, davacıların kadastro tespitinden önceki bir sebebe dayandıkları, 3402 S.K.nun 12/3. maddesine göre 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Kararı, davacılar vekili temyiz etmiştir:

Dava, limited şirket ana sözleşmesinde şirkete sermaye olarak konulması taahhüt edilen gayrimenkulün taahhütte bulunan ortaklar adına olan tapu kaydının iptali ile şirket adına tapuya tescili istemine ilişkindir. Davacı şirketin 12.4.1958 tarihli kuruluş esas mukavelenamesinde kuruculardan Mustafa dava konusu gayrimenkuldeki 13/16 hissesinin yarısını, Cemal 3/16 hissesini ve Celal gayrimenkuldeki hissesinin yarısını şirkete sermaye olarak taahhüt etmişler, o tarihten itibaren bu gayrimenkul üzerinde kurulu şirkete ait tuğla fabrikası nizasız olarak şirket tarafından işletilmiştir. Dava konusu taşınmazın kadastro tespiti 28.4.1964 tarihinde kesinleşmiş olup, buna göre taşınmaz davacı şirkete sermaye olarak taahhüt edilmesine rağmen, yukarıda adı geçen şahıslar adına tapuya tescil edilmiş ve üzerinde bulunan fabrikanın ise şirket ortaklarına hisseleri oranında ait olduğu beyanlar hanesinde gösterilmiştir.

Türk Ticaret Kanunu’nun 140/2. maddesine göre “sermaye olarak, gayrimenkul mülkiyeti ve gayrimenkul üzerinde mevcut veya tesis edilecek ayni bir hakkın konulması taahhüdünü ihtiva eden şirket mukavelesi hükümleri resmi şekil aranmaksızın muteberdir.” Buna göre, madde de belirtilen şirket mukavelesi resmi şeklin yerine geçmekte olup, şirket sözleşmesi tapu memuruna götürülerek ilgili taşınmazın şirket adına tescilinin sağlanması mümkündür. Mülkiyet tescil ile şirkete geçmektedir. Başka bir deyişle, taşınmazın şirkete ayni sermaye olarak konulmasına ilişkin taahhüdü içeren ana sözleşme şirkete tescili talep etme hakkını bahşeden geçerli bir hukuki sebep olup, ihtilaf halinde şirketin tescil davası açabileceği tartışmasızdır. Her ne kadar mahkeme karar gerekçesinde de değinildiği üzere kadastro tutanağının kesinleşmesinden itibaren 3402 sayılı Yasanın 12. maddesi hükmüne göre 10 yıllık hak düşürücü süre gerçekleşmiş ise de, somut olayın özelliğine göre, şirketin kuruluşundan bu yana 39 yıl süre ile taşınmazı şirketin kullanımına tahsis ve teslim eden ve bu kullanıma iştirak eden bu taşınmaz üzerindeki fabrikanın çalışması nedeniyle elde edilen kazançları paylaşan ortakların, kadastro tespiti sırasında şirket ana sözleşmesi hükümleri çerçevesinde beyanda bulunmaları gerekirken kasıtlı bir şekilde kendi adlarına tespit ve bu şekilde kesinleşme sağladıktan sonra, açılan davaya karşı hak düşürücü sürenin dolmuş olduğunu ileri sürmeleri tipik bir hakkın suistimali davranışı olması karşısında Medeni Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralına aykırı olup, yasal himaye görmesi mümkün değildir. O halde, mahkemece davanın esasına girilerek taraf delillerinin toplanması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu şekilde hak düşürücü sürenin dolmuş olması nedenine dayalı olarak davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.

Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), ödediği temyiz peşin harcın isteği halinde temyiz edene iadesine, 12.6.2000 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

II. MADDİ OLAY:

Davacı şirketin 12.4.1958 tarihli kuruluş esas mukavelenamesine göre kuruculardan Mustafa dava konusu gayrimenkuldeki 13/16 hissesinin yarısını, Cemal 3/16 hissesini ve Celal gayrimenkuldeki hissesinin yarısını şirkete sermaye olarak taahhüt etmişler ve o tarihten itibaren bu gayrimenkul üzerinde kurulu şirkete ait tuğla fabrikası nizasız olarak şirket tarafından işletilmiştir. Dava konusu taşınmazın kadastro tespiti 28.4.1964 tarihinde kesinleşmiş olup, buna göre taşınmaz davacı şirkete sermaye olarak taahhüt edilmesine rağmen, yukarıda adı geçen şahıslar adına tapuya tescil edilmiş ve üzerinde bulunan fabrikanın ise şirket ortaklarına hisseleri oranında ait olduğu beyanlar hanesinde gösterilmiştir. Sonuç olarak dava konusu olay, davacı taraf, limited şirket ana sözleşmesinde şirkete sermaye olarak konulması taahhüt edilen gayrimenkulün, şirket tarafından geçerli şirket sözleşmesi ve iyiniyetli olarak kullanması nedeni ile taahhütte bulunan ortaklar (davalılar) adına olan tapu kaydının iptali ile şirket adına tapuya tescilini talep etmekte, davalılar ise dava konusu parselin kadastro tutanağının 28.4.1964 tarihinde kesinleşmiş olduğunu, 3402 S.K.nun 12/3. maddesine göre kesinleşmeden itibaren 10 yıl geçmesi ile tespitten önceki durumlara dayanılarak dava açılamayacağını savunarak davanın reddini istemektedirler. Yerel Mahkemece, iddia, savunma ve dosyadaki belgelere göre, davacıların kadastro tespitinden önceki bir sebebe dayandıkları, 3402 S.K.nun 12/3. maddesine göre 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

III. YARGITAY’IN BENİMSEDİĞİ GÖRÜŞ:

Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını bozması ve buna ilişkin gerekçeleri şu şekildedir; Türk Ticaret Kanunu’nun 140/2. maddesine göre “sermaye olarak, gayrimenkul mülkiyeti ve gayrimenkul üzerinde mevcut veya tesis edilecek ayni bir hakkın konulması taahhüdünü ihtiva eden şirket mukavelesi hükümleri resmi şekil aranmaksızın muteberdir.” Buna göre, madde de belirtilen şirket mukavelesi resmi şeklin yerine geçmekte olup, şirket sözleşmesi tapu memuruna götürülerek ilgili taşınmazın şirket adına tescilinin sağlanması mümkündür. Mülkiyet tescil ile şirkete geçmektedir. Başka bir deyişle, taşınmazın şirkete ayni sermaye olarak konulmasına ilişkin taahhüdü içeren ana sözleşme şirkete tescili talep etme hakkını bahşeden geçerli bir hukuki sebep olup, ihtilaf halinde şirketin tescil davası açabileceği tartışmasızdır. Her ne kadar mahkeme karar gerekçesinde de değinildiği üzere kadastro tutanağının kesinleşmesinden itibaren 3402 sayılı Yasanın 12. maddesi hükmüne göre 10 yıllık hak düşürücü süre gerçekleşmiş ise de, somut olayın özelliğine göre, şirketin kuruluşundan bu yana 39 yıl süre ile taşınmazı şirketin kullanımına tahsis ve teslim eden ve bu kullanıma iştirak eden bu taşınmaz üzerindeki fabrikanın çalışması nedeniyle elde edilen kazançları paylaşan ortakların, kadastro tespiti sırasında şirket ana sözleşmesi hükümleri çerçevesinde beyanda bulunmaları gerekirken kasıtlı bir şekilde kendi adlarına tespit ve bu şekilde kesinleşme sağladıktan sonra, açılan davaya karşı hak düşürücü sürenin dolmuş olduğunu ileri sürmeleri tipik bir hakkın suistimali davranışı olması karşısında Medeni Kanunun 2. maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralına aykırı olup, yasal himaye görmesi mümkün değildir. O halde, mahkemece davanın esasına girilerek taraf delillerinin toplanması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu şekilde hak düşürücü sürenin dolmuş olması nedenine dayalı olarak davanın reddine karar verilmesi doğru görülmeyerek Yerel Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Sonuç olarak Yargıtay (11).Hukuk Dairesi 12.06.2000 Tarih, 2000/4507 esas ve 2000/5443 karar Sayılı Kararında; Kadastro tutanağının kesinleşmesinden itibaren on yıllık hak düşürücü süre geçmesine rağmen, davanın süre yönünden reddine ilişkin yerel mahkeme kararını doğru bulmayıp, söz konusu davada davalı yanın hak düşürücü sürenin geçtiğine ilişkin haklı itirazını MK.2 gereği dürüstlük kuralına aykırı bulmuş ve yerel mahkeme kararını bozmuştur.

IV. HUKUKUMUZDA KONUYA İLİŞKİN YASAL DÜZENLEME:

Hak Düşürücü Sürenin niteliği incelendiğinde, bunun özellikleri bakımından Zamanaşımı Süresinden çok farklı bulunduğu ortada iken; Yargıtay adı geçen kararında bu iki süreyi birbiri ile karıştırmış ve dahası buna MK.2’yi de gerekçe yapmıştır.

Hak Düşürücü Süre; kamu düzenindendir ve karşı yan ileri sürmese dahi hâkim tarafından re’sen nazara alması gereken bir süredir. Somut olayda Kadastro tutanaklarının kesinleşip askıya çıkmasından itibaren 3402 SK.nun 12/3. maddesine göre 10 yıllık Hak Düşürücü Süre söz konusudur. Gerçekte hakkı olan zilyede denilmektedir ki; “bu tespitte bir aksaklık yanlışlık var ise sen 10 yıl içinde genel mahkemelerde dava aç, açmaz isen sonra yapacak hiçbir şeyin kalmaz, hakkın düşer”. Hâkim re’sen hareket ederek somut olayda dosya içerisindeki bilgi ve belgelerden bu 10 yılın başlangıcını belirler ve süre geçmiş ise lehine olan taraf bunu ileri sürmese dahi re’sen gözeterek hak düşürücü süreden davayı reddeder.

Oysa Zamanaşımı Süresi; kamu düzeninden olmayıp borçluya tanınan bir haktır. Süre lehine olan taraf bunu ileri sürmez ve zamanaşımını savunmaz ise hâkim bunu re’sen dikkate almaz ve davayı görmeye devam eder.

Hak Düşürücü Süre; hakkı tamamen ortadan kaldırır. Oysa Zamanaşımı Süresi; hakkı eksik borç haline getirir. Yine Hak Düşürücü Süre; yenilik doğuran bir haktır. Oysa Zamanaşımı Süresi; alacak hakkına ait bir taleptir. İşte bu nedenlerle, dava açmak için konulmuş bir sürenin niteliğini tayin etmek çok önemlidir. Tayin edilen süre, hak düşürücü süre midir? Yoksa zamanaşımı süresi midir? Hususunun tespiti önem arz eder. Tereddüt halinde süre koyan hükmün amacı göz önünde tutulmalıdır. Eğer alacak hakkına ait bir talep söz konusu ise bu sürenin zamanaşımı olduğu, yenilik doğuran bir hakkın kullanılmasının söz konusu olduğu hallerde ise sürenin hak düşürücü süre olduğu prensip olarak kabul edilmelidir.

Hak Düşürücü Süre; hak sahibi tarafından, bu hakkın sağlanması için süresi içinde yapılması gerekli işlemin yapılmaması sonucu hakkı tamamen ortadan kaldırır. Hak Düşürücü Süre kamu düzeni ile ilgili olduğundan, karşı tarafın onayı bulunsa dahi bu süre kısaltılamaz ve uzatılamaz. Oysa Zamanaşımı Süresi; hak sahibine def’i hakkı tanır. Sürenin geçmesi ile hak ortadan kalkmaz, karşı taraf zamanaşımı def’inde bulunmadıkça hak talep edilebilir. Bu nedenle zamanaşımına uğramış bir borcu ödeyen borçlu, sonradan fark etse bile bunun iadesini isteyemez.

Son olarak Hak Düşürücü Süre söz konusu olduğunda; süre kesilmez ve durmaz. Oysa Zamanaşımı Süresi söz konusu olduğunda; belirli durumların varlığı halinde süre kesilebilir ve durabilir.(BK.mad.132’de süreyi durduran, BK.mad.133’de ise süreyi kesen sebepler yer almaktadır).

V. SONUÇ:

Kadastro konulu Yargıtay (11).Hukuk Dairesinin söz konusu kararında geçen 3402 Sayılı Kanunun 12. maddesinin 3.fıkrası aynen şöyledir; “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz”.

Yukarıda ki anlatımlar ve kanunun açık düzenlemesi karşısında somut olayda yer alan sürenin Hak Düşürücü Süre olduğu o kadar açık ve kesin olmasına rağmen Yargıtay bunu gözetmeden MK.2 ye gidiyor. MK.2 bir temel hukuk kuralıdır. Hukukta herhangi bir konuda açık bir düzenleme var iken MK.2 ye gidilemez. Somut olayda Hak Düşürücü Süre söz konusu olduğundan hâkim bu süreyi kamu düzeni nedeniyle re’sen gözetecektir. Oysa Yargıtay bunu yapmadığı gibi karşı taraf bunu ileri sürmesine rağmen bunu yine dikkate almıyor ve üstelik Hak Düşürücü Sürenin geçmiş bulunduğuna ilişkin itirazı kötü niyetli kabul edip MK.2 ye aykırı buluyor. Böylece MK.2 nin içini boşaltmış oluyor. Bütün hak ve borçların yerine getirilmesinde ilgili herkesin dürüstlük kuralına uygun davranması gerekir. Ancak hukukta Hak Düşürücü Süre gibi bir düzenleme var iken, gidip MK.2 yi amacı dışında kullanmak doğru ve yerinde olmamıştır.
Yargıtay (11).Hukuk Dairesi 12.06.2000 Tarih, 2000/4507 esas ve 2000/5443 karar Sayılı Kararı ile; Kanunda açıkça düzenlenen Hak Düşürücü Süreyi göz ardı edip, genel hukuk kurallarına aykırı olarak MK.2. maddesindeki dürüstlük kuralına dayanıp yerel mahkeme kararını bozması, sevgi ve rahmetle andığım değerli hocamız İsmet Sungurbey’in deyimi ile “kötü hukukçuluk” olmuştur.
Yargıtay’ın diğer birçok kararında olduğu gibi Yargıtay 16.Hukuk Dairesi de 24.10.2003 tarihli bir kararında da bu konuyu işlemiş ve çok açık olan kanun hükmü karşısında doğru bir şekilde kararını şu şekilde kurmuştur. “3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesi gereğince tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra Kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Kanunda öngörülen bu süre hak düşürücü nitelikte olup, mahkemece re’sen dikkate alınması zorunludur. Mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekir”.(Yargıtay 16.Hukuk Dairesi’nin 24.10.2003 tarih ve 2003/10272 E., 2003/9776 K. Sayılı Kararı)

Ancak ne var ki devletin hakkını her zaman bireyden üstün tutan hukuk anlayışımız buraya da bir istisna koymuş, devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan yerler hakkında açılacak olan davalarda on yıllık sürenin uygulanmayacağını belirtmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 03.12.2008 tarih ve 2008/7-717 E., 2008/722 K. Sayılı Kararında özetle; “Dava, tapu iptali ve tescil istemidir. Devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan yerler hakkında Hazine tarafından açılacak olan davaların 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi değildir”. Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 23.11.1998 tarih ve 1998/1-825 E., 1998/964 K. Sayılı Kararında özetle; “Maliye Hazinesi tarafından açılan davanın konusu, deniz kıyısındaki taşınmazların devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğu, özel mülkiyete konu teşkil edemeyeceği iddiası ile açılan tapu iptali ve tescil dışı bırakma isteğinden ibarettir. Olayda dava Hazine tarafından 766 sayılı Yasanın yürürlüğü zamanında açılmış ve gene bu Yasanın yürürlüğü sırasında görülerek karara bağlanmış, ancak dava bitirilip karara bağlandıktan sonra 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere dava açıldığı sırada 766 sayılı Yasanın 31/2. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması söz konusu değildir. Başka bir anlatımla yerleşmiş kararlılık kazanmış Yargıtay İçtihatlarına göre Hazine’nin açtığı bu dava hak düşürücü süreye tabi değildir…..”
Aslında tam da burada sormak gerekir, “sen devlet olarak 2012 yılına geldiğimiz şu zamanda ülke topraklarında hala kadastro uygulamasını tamamlamamış, tapulama işlemini bitirmemişsin, yurttaşlarında bir hukuk bilinci geliştirememişsin ve artık insanların çoğunun ekonomik, eğitim yahut başka nedenlerle kendi topraklarından ayrı yerlerde bulunduğu bu çağda gıyapta ve tanık beyanlarından ibaret bir mülkiyet prosedürü geliştirmişsin, sonra da vatandaşına 10 yıl geçti itiraz etmedin hakkın düştü” diyorsun ve diğer yandan da konu devlet arazisi olunca da hak düşürücü süre işlemez diyerek her zaman olduğu gibi güçlü devleti güçsüz vatandaştan üstün tutuyorsun.

Av. Mustafa Doğan
(İstanbul Barosu Sic.No:21387)